Ekonomi

9 Ağustos 2011 Salı

Bankaya giden yol Google'dan geçer

Bankaların yolu Google’dan geçiyor

Sadece bilmediklerimizi değil, bildiklerimizi de Google’a danışıyoruz. Çok yüksek marka bilinirliğine sahip oldukları halde bankaların internet müşterilerinin yarısına yakını bankasına bu arama motoruyla ulaşmayı tercih ediyor.

Mehmet Kara - CNBC-e Business Ağustos 2011

İnternet üzerinden yükselen en çarpıcı başarı hikayeleri sıralaması yapılsa, büyük çoğunluğumuz Google’ı ilk sıraya koyarız. Çünkü bilgi deryası internete yolu düşenler, boğulmamak için arama motorlarına sarılıyor. Google’ın başarı hikayesinin özeti de, bu ihtiyacı çok erken fark edip paraya tahvil etmesi aslında...
Günümüzde insanların büyük çoğunluğu, bilmediği her şeyi Google’a soruyor. Hatta sadece bilmediklerini değil, gayet iyi bildiği şeyleri de... Türkiye’deki bankaların web sitelerine giden müşteri trafiği bunun en bariz örneklerinden biri. O bankalar ki, marka bilinirliği araştırmalarında en tepelerde gezinirler. Üstelik istisnalar hariç, internetteki adresleri de markanın birebir aynısıdır. Buna rağmen, internette bankaya uğramak isteyen neredeyse her iki müşteriden biri (yüzde 48) Google’dan yardım alıyor. Sektörün önde gelen 12 güçlü markasından aldığımız veriler bunu söylüyor. Kuşkusuz müşterileri eleştirecek ya da sorgulayacak değiliz. Google büyük kolaylık işte, başka bir açıklaması yok bunun...
Tamam da, ya bankalar? Bu veriler onlar açısından ne ifade ediyor? Cevaplara geçmeden önce biraz daha ayrıntıya girelim isterseniz. İnternet şubesine gitmek için Google’ı tercih edenlerin oranı Garanti Bankası’nda yüzde 30 iken Ziraat Bankası’nda yüzde 64’e kadar çıkıyor. Bu oran, altı bankada ortalamanın üzerinde, altısında ise ortalamanın gerisinde...
Bankanın internet adresini tarayıcıya kendisi yazarak siteye ulaşanların oranı da ortalama yüzde 42. Burada en düşük oranla en yüksek oran arasındaki makas biraz daha dar. Üşenmeyip adresi kendisi yazan (ya da bu adresi sık kullanılanlara ekleyen) müşteri oranı en düşük banka yüzde 33 ile Ziraat Bankası. En yüksek oranlar ise yüzde 54’le Akbank, yüzde 51’le Garanti’de.
Arama motorları ile doğrudan adres satırına yazmayı tercih edenlerin toplam oranı yüzde 90. Peki kalan yüzde 10 nereden geliyor dersiniz? Hemen söyleyelim. Yüzde 3’ü internet reklamlarından, yani banner’lardan, yüzde 2.5’i de e-posta yoluyla yapılan iletişim, pazarlama ve tanıtım çalışmalarından... Geriye 4.5 puanlık bir bölüm kalıyor ki onların da Facebook ve Twitter başta olmak üzere sosyal medya mecralarından geldiğini söylemeye gerek yok herhalde...
Şimdi bu verilerin bankalar açısından ne anlama geldiği meselesine tekrar dönebiliriz. Her banka bu verilerden kendince bir sonuç çıkaracaktır mutlaka. Ama biz birkaçına değinelim isterseniz... Bir kere bankalar marka bilinirliği konusunu buna göre tekrar gözden geçirebilirler. İkincisi internet reklamları ve e-posta gönderimi benzeri e-pazarlama çalışmalarına ağırlık verebilirler. Sosyal medyada daha fazla boy gösterebilirler...
Hatta bunları yapmalılar. Çünkü Türkiye’deki internet bankacılığı müşteri sayısı tam 18 milyonu bulmuş ve bu rakam hızla artmaya devam ediyor. Yani o kadar insan, bugüne kadar en az bir kez internet şubesine girmiş. İnternet şubelerini aktif kullananların sayısı da 7.5 milyona koşuyor. Toplam internet müşterisiyle aktif müşteri sayısı arasındaki bu büyük farkın çok geçmeden kapanacağının da farkında olmalı bankacılar... Her neyse, bizden bu kadar... Gerisini kendileri düşünsün. Ve biz de izleyelim hangi bankanın ne yapacağını...

MÜŞTERİ HANGİ BANKAYA HANGİ KANALDAN GELİYOR?
Banka Arama motoruyla Direkt adres yazarak e-posta üzerinden Banner reklamıyla Diğer yollar
Akbank 40 54 6
Albaraka Türk 57 38 4 0 1
Denizbank 46 45 1 5 3
Finansbank 52 35 1 6 6
Garanti 30 51 6 6 7
İş Bankası 50 40 10
Şekerbank 43 46 1 10 0
TEB 55 33 3 4 6
Türkiye Finans 47 42 7 0 4
Vakıfbank 40 47 5 5 3
Yapı Kredi 57 38 3 1 1
Ziraat Bankası 64 33 3
Ortalama 48 42 3 3 4

Türk sinemasında teknolojik dönüşüm

3. BOYUTA 250 MİLYON DOLARLIK YOLCULUK

Mehmet KARA / CNBC-e BUSINESS / HAZİRAN 2010

DÜNYANIN Merkezine Yolculuk ve Avatar... Tüm dünyada üç boyutlu (3D) sinema filmlerine yönelik ilgi, bu iki Hollywood yapımıyla zirve yaptı. Özellikle Avatar, sinema endüstrisinde son dönemde hızlanan teknolojik dönüşümün hem katalizörü hem de sembolü oldu... Türk sinema endüstrisi de söz konusu dönüşümden payına düşeni alıyor, almaya da devam edecek. Peki bu dönüşüm niçin, ne kadar sürede ve nasıl gerçekleşecek? Baştan söyleyelim, 3D’nin itici gücüyle yapımcısından stüdyocusuna, dağıtımcısından salon işletmecisine kadar bütün alt kollarıyla birlikte Türk sinema sektörünü, yüz milyonlarca dolarlık yeni yatırımı da içeren ciddi bir dönüşüm süreci bekliyor. Ama isterseniz önce işin üretim ve tüketim kısımlarına bakalım. Çünkü bugüne kadar dünyada 3D film sayısıyla bu filmlerin gösterilebildiği sinema salonu sayısı arasında bir tavuk-yumurta ilişkisi vardı. Salon işletmecileri “Yeterli sayıda 3D film üretilmeli ki, salonlara yapacağımız yatırıma değsin” derken, yapımcı firmalar da “Yapalım yapmasına da, maliyeti karşılayabilecek seyirci sayısına ulaşmamız için bu filmleri gösterebilecek salon sayısının çoğalması lazım” diyordu. Ancak son yıllarda, özellikle de son aylarda yaşananlar bu ikilemin önce dünyada, şimdi de Türkiye’de iyiden iyiye kırıldığını gösteriyor.

3D’Lİ SALON SAYISI HIZLA ARTIYOR

Türkiye’de bu kırılmanın aktörleri daha çok sinema salonu işletmecileri. Çünkü bugüne kadar gösterime girmiş hiç yerli 3D film olmasa bile ithal yapımların etkisiyle bu tip filmleri gösteren salon sayısı hızla artıyor. Çok değil bundan bir yıl kadar önce sayıları 20’lerde gezinen bu özellikteki salonların sayısı şu anda 80’e yaklaşmış durumda. Ve bu rakamın hızla artması bekleniyor. Çekimleri devam eden ilk yerli 3D sinema filmi projesi Cehennem’in stüdyo işlerini üstlenen 35mm Stüdyo Hizmetleri şirketinin sahibi Ahmet Edebali, “Sonbahara kadar 3D gösterim yapabilen salon sayısı 100’ü aşar” diyor. Film dağıtım şirketi Medyavizyon Sinema Dağıtım Kanalı Müdürü Tolga Akıncı ise yıl sonuna kadar bu rakamın 180’e ulaşabileceğini tahmin ediyor. Akıncı işi daha da ileri götürüyor ve “Her sinema işletmesi, birkaç salonda 3D sistemini kuracak. Dört-beş yılı bulmaz, 1800’e yakın perdenin yüzde 80’i dijitale geçer” diyor. Avşar Film’in sahibi ünlü yapımcı Şükrü Avşar ise “En geç üç yıl içinde” diyerek tüm salonlardaki dijitalleşme için daha kısa bir takvim öngörüyor... Halen 13 şehirde, 28 işletmede 232 sinema salonu bulunan Mars Entertainment Group’un Satış ve Pazarlama Müdürü Elif Kaplangı da şunları söylüyor: “Türkiye’de üç boyutlu film göstermeye Kasım 2007’de sadece iki salonda tek filmle biz başladık. Temmuz 2008’de 10 salona ulaştık, bugünkü sayı 29. Başlangıçta altı ayda bir tek 3D film vizyona girerken şu anda ayda iki film giriyor.” Kendisi bir rakam ve takvim vermeye yanaşmasa da Kaplangı’nın söylediklerinden Mars’ın da 3D’li salon sayısını hızla artıracağı anlaşılıyor.

AVATAR DÖNÜŞÜMÜ TETİKLEDİ

3D film gösterim sistemlerinin ithalatını ve kurulumunu yapan Matris Mühendislik’in sahibi Atilla Mazlumca ise yapımcı, dağıtımcı ve işletmecilerden daha uzun bir takvim öngörüyor bu konuda: “Geçen yıl tüm sinemaların dijitale ve üç boyutluya geçişi için 12 yıllık bir dönem gerektiğini düşünüyordum. Ama Avatar’ın yol açtığı büyüleyici etkiden sonra düşüncem değişti. Yedi yıl içinde tüm salonların 3D’ye geçeceğini inanıyorum .” Yapımcı, dağıtımcı ve salon işletmecisi şapkalarının her üçünü de taşıyan Özen Film’in sahibi Mehmet Soyarslan ise 3D sistemlerinin yaygınlaşma süreciyle ilgili olarak kaygılı... Soyarslan, “Maliyetler çok yüksek, yatırımın geri dönüşünü almak çok uzun zaman gerektiriyor. Birileri kazanacak ama çok can da yakacak” dese de bu değişimden kaçılamayacağını o da kabul ediyor. Görünen o ki Türkiye’deki tüm sinema salonları önünde sonunda yeniliğe ayak uydurmak zorunda kalacak. Çünkü dağıtımcısı, işletmecisi, ithalatçısı ve yapımcısıyla konunun hemen bütün tarafları bu konuda hemfikir. Sadece bunun ne kadar sürede ve ne pahasına tamamlanacağında anlaşamıyorlar.

SİNEMALARA 250 MİLYON DOLAR YATIRILACAK

Peki Özen Film’den Mehmet Soyarslan’ın yakınmasına yol açan, sinema salonlarındaki bu yenilenme ne kadarlık bir yatırım gerektirecek? Aslında 3D’siz yaklaşık 1700 salon olduğuna göre, tek bir salonun bu teknolojiyle donatılmasının maliyetini bulmak toplam rakama ulaşmak için yeterli. Ama dönüşüm maliyeti, salonun büyüklüğü, şekli ve koltuk sayısına göre farklılıklar gösteriyor. Projeksiyon cihazında kullanılacak ışık kaynağının gücü, salonun boyutlarına göre büyüyüp küçülüyor. Üç boyutlu film izletmek için seyircilere dağıtılacak gözlüklerin sayısı da salondaki koltuk sayısına göre değişiyor. Ayrıca farklı fiyat ve markalarda cihaz seçenekleri de mevcut. Yine de bu konuda ortalama bir rakama ulaşmak için sektör temsilcisine kulak veriyoruz. 3D gösterim cihazlarını ithal edip kuran Atilla Mazlumca, birkaç farklı markanın temsilcisi olduklarını belirterek kendileri dışında altı firmanın daha bu işe soyunduğunu belirtiyor önce. Salondan salona ve markadan markaya değişiklik gösteren dönüştürme maliyetinin 120-170 bin dolar arasında değişebildiğini belirten Mazlumca, salon başına ortalama maliyetin ise 150 bin dolar olarak kabul edilebileceğini söylüyor. Ortalama 150 bin dolarlık bir maliyet hesabıyla, halen bu sisteme geçmemiş 1700’e yakın salonun dönüştürülmesi için bugünkü rakamlarla 250 milyon doların üzerinde bir harcama yapılması gerekiyor. İleride sistem yaygınlaştıkça bu maliyetlerin aşağıya ineceği düşünülebilir. Ama iki nedenden ötürü bu biraz zor. Birincisi şu anda 3D gösterim altyapısı kurmak için harekete geçen herhangi bir salon sahibi, bunun için en erken sonbahara kadar beklemesi gerektiğini öğreniyor. Yani cihaz talebi bu düzeyde seyrettikçe fiyatların kısa vadede düşmesi zor. İkincisi dijital projeksiyon sistemlerinin asıl para tutan tarafı, dijital görüntüyü üç boyutluya çeviren prizma kısmı. Ve fiyatın en az üçte birlik kısmını oluşturan bu bölümün dünyada tek üreticisi var. Yani bu konuda bir tekel olduğu için fiyatlar ciddi şekilde düşemez, olsa olsa birazcık gevşeyebilir.

YERLİ 3D FİLMLER GELİYOR

Türkiye’deki sinema yapımcılarının da bu yoğun ilgiden etkilenerek 3D sinema ürünü ortaya koymaya yönelmesi kaçınılmazdı. Nitekim ilk üç boyutlu yerli sinema filmi Cehennem’in çekimleri tamamlandı, montaj kısmı da yakında bitecek. Ayrıca Avşar Film de senaryosunu ünlü karikatürist Can Barslan’ın yazdığı Sıhhi Tesisat Cinayetleri adlı bir üç boyutlu film için hazırlıklarını sürdürüyor. Bu iki 3D yapımı diğerlerinin izlemesi de kimseyi şaşırtmayacak. Peki neden? Mars Entertainment Group Satış ve Pazarlama Müdürü Elif Kaplangı bunun nedenlerini şöyle sıralıyor: “Üç boyutlu filmler sinema salonundan kopyalanamadığı için hem stüdyolar hem de yapımcılar tarafından özellikle tercih ediliyor. Seyircinin üç boyutlu film izleme tercihi de gelişiyor. Ayrıca üç boyutlu olmasa bile dijital filmler klasik negatiflerin aksine kaç kez gösterirseniz gösterin, görüntü kalitesini yitirmiyor. Yani kopyaların eskimesi diye bir şey söz konusu değil...” 35mm Stüdyo Hizmetleri’nden Ahmet Edebali’ye göre ise yapımcıların 3D’ye yönelişinin arkasında, bu işin geleceğine ve giderek daha çok ilgi çekeceğine duyulan inanç çok etkili: “3D salonları negatiften değil, dijital projeksiyondan gösterim imkanı sağlıyor. Bu tip salonların yaygınlaşmasıyla filmlerin seyirciyle buluşturulması için yapımların negatif kopyalarına hiç ihtiyaç kalmıyor. Çünkü dijital kayıttan direkt perdeye aktarılıyor. Negatif kopya için filme, kimyasallara, banyo teknolojilerine falan harcama yapılmayacak. Negatif olmadığı için üretim maliyetleri düşüyor. Dolayısıyla yapımcıların daha fazla sayıda film üretme şansı oluyor.” Bir 3D projesinde birisi sağ göz için diğeri sol göz için iki ayrı film yapıldığını belirten Ahmet Edebali “Dolayısıyla stüdyo aşamasında neredeyse iki katı gibi bir çalışma gerektiriyor. Buna rağmen yapımcı açısından negatif filmlere kıyasla maliyet çok daha düşük kalıyor. Yaklaşık yarı yarıya denilebilir” diyor.

ALTYAPISINI KURAN AVRUPA’YA DA İŞ YAPACAK

Yapımcı Şükrü Avşar da 3D salonların yaygınlaşmasıyla birlikte film üretiminin ve dağıtımının tümüyle dijitalleşeceğini hatırlatarak bunun ciddi bir maliyet düşürücü etkisi olacağını vurguluyor. Avşar, “Örneğin şu anda yaptığım bir filmde bütçemin yüzde 30’unu ham film, baskı ve banyo gibi kısımlara ödüyorum. Bunlar aradan çıkınca yüzde 30-35 daha ucuza mal edeceğim. Bu prodüksiyona yansıyacak ve daha iyi işler yapmaya çalışacağım. Bu açıdan 3D ve dijitalleşme sinemayı da yapımcıyı da daha rahatlatacak bir şey.” Cehennem filminin yönetmeni Biray Dalkıran’ın şu cümlesi de Türkiye’deki yapımcı firmaların bu alana girmesinin uzun vadeli bir başka nedenini ortaya koyuyor: “Avrupa’da da bu teknoloji yeni olduğu için sektörün iş imkanları artacak. Avrupa’daki reklam çekimleri falan kısmen buraya kayacak. Çünkü 3D reklamların da çekilmesi gerekiyor. Ayrıca 3D televizyonlar piyasaya çıkacak. Yani 3D yapımlar TV mecrasında da kendine pazar bulacak.” Bu arada hatırlatalım, Türkiye’deki TV üretici ve satıcıları da de harıl harıl 3D’ye hazırlanıyor. Örneğin Vestel Elektronik yetkilileri, fuarlarda sergilemek üzere prototipini ürettikleri Vestel marka 3D LCD TV’nin sonbaharda ya da en geç 2011’de piyasaya çıkacağını belirtiyor. Kim bilir AY Yapım önümüzdeki sezon Eyşan’ı yanı başında görmek isteyecek dizi hayranları için Ezel’in bazı bölümlerini üç boyutlu çeker de, 3D TV satışlarına bir katkısı olur!

SEYİRCİ BASKISI ETKİLİ

Medyavizyon Sinema Dağıtım Kanalı Müdürü Tolga Akıncı, sinema salonu işletmecilerini 3D görüntü sistemlerine yatırım yapmaya zorlayan bir seyirci baskısından söz ediyor. “3D olmasaydı, dünyada ve Türkiye’de sinema salonlarının dijitale geçişi bu kadar hızlı olmazdı” diyen Akıncı ekliyor: “Çünkü son zamanlarda gösterilen beş adet üç boyutlu filmden üçü aynı zamanda 35 mm kopyalarıyla çıktı ve her üç filmde de 3D’nin seyirci oranı yüzde 70’e yakın. Ciro payında da bu rakam yaklaşık yüzde 80 oldu. Seyircinin 3D konusunda belli bir doygunluğa ulaşması en az iki yılı alacaktır. Bu süre de sinema salonlarının dijitale geçiş sürecini büyük oranda tamamlaması için yeterli olabilir.”

İSTİHDAM SETLERDE ARTACAK SALONLARDA AZALACAK

3D filmlerin üretimi sinema sektöründe istihdamı da etkileyecek. Cehennem’in yönetmeni Biray Dalkıran, 3D’nin film üretim kısmındaki istihdama etkilerini şöyle ifade ediyor: “Eskiden sadece görüntü yönetmeniyle çalışırdık. Artık ses konusundaki stereofer yönetmeniyle, 3D technician denilen bir başka yönetmen daha oluyor yanımızda. Sadece bu ikisi bile, yılda 10 film yapıldığı zaman ekstradan 20 kişinin istihdamı demek. Ayrıca tek kamera yerine en az iki kamerayla çalışmamız da iki kat ışık, iki kat malzeme ve iki kat eleman anlamına geliyor. Biz normal bir filmin çekiminde 40 kişiyle çalışırken şu anda üç boyutlu çektiğimiz Cehennem’in setinde 75 kişilik bir ekip var.” Sektörün stüdyo hizmetleri kısmındaki istihdamın da artması bekleniyor. 35mm’den Ahmet Edebali’nin 3D’de sağ ve sol göz için olmak üzere iki ayrı film hazırlar gibi çalıştıklarını söylemesi beklenen bu etkinin boyutunu oldukça iyi özetliyor. Edebali, en az yüzde 25’lik bir istihdam artışı bekliyor. 3D’nin sektörün pazarlama kısmındaki istihdama etkilerini ise Avşar Film’in sahibi Şükrü Avşar’dan dinleyelim: “Sinema salonlarında personel sayımız düşecek çünkü geleneksel negatif film gösterilen projeksiyon cihazlarını kullanan makinistlerde olduğu gibi dijitalde çok teknik birisi gerekmiyor. Sinema işletmeciliği daha az personelle yürüyebilecek. Oysa şu anda ikisi birden istihdam edilmeden olmuyor.”

12 Nisan 2011 Salı

Gri otomobil cenneti Türkiye

Dünyada en yaygın otomobil rengi gümüş. Çok gerilerde olsa da kırmızı atakta... Peki Türkiye’de durum ne? İşin özeti şu: Türkiye tam bir gri araba cenneti!

Mehmet Kara

Otomobil alırken aracın rengi kararınızı ne ölçüde etkiliyor? Diyelim ki bir otomobil alacaksınız. Bayide istediğiniz modelden sadece bir tane kalmış ama pek tutmadığınız bir renk... Kırmızısını sordunuz. “Maalesef yok ama iki ay sonra gelecek. Aslında aradığınız renkten elimizde bir tane var. Eski kasa ama fiyatı çok uygun” dediler...
Bu durumda daha ucuz diye eski kasa kırmızı otomobili mi alırsınız yoksa çok içinize sinmese de eldeki yeni kasa otomobili mi? Hatta ikisini de almayıp ille de yeni kasa kırmızıyı beklemeyi mi tercih edersiniz?
Bu sorulara her birimiz farklı cevaplar verebiliriz. Ama otomobilin rengi, kullanıcının kişiliğini de bir ölçüde yansıtır değil mi? Peki araçların renk dağılımından yola çıkılarak tüketici ve pazar analizi yapılır mı?
Pek tabii... Küresel otomotiv boyaları firması DuPont bunu tam 58 yıldır yapıyor. DuPont Otomotiv Renk Popülaritesi Raporu Kuzey Amerika, Güney Amerika, Güney Afrika, Güney Kore, Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan gibi ülke ve bölgeleri kapsıyor.
DuPont’un 2010 raporuna göre dünyada en yaygın otomobil rengi gümüş. Onu iki puan geriden izleyen renk ise siyah... Siyahın popülaritesi Kuzey Amerika’nın dışındaki önemli pazarlarda oldukça sağlam. Beyaz ve gri üçüncülük için kıyasıya rekabette. Grinin popülaritesi bir önceki çalışmaya göre üç puan artmış durumda. İlk beşte en dikkat çekici renk kırmızı... Global renk sıralamasında beşinciliğe yerleşen kırmızının popülaritesi ise giderek artıyor.

HER İKİ OTOMOBİLDEN BİRİ GRİ
DuPont’un çalışması Türkiye’yi kapsamıyor. Bunu biz yapalım dedik ve Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Dairesi Başkanlığı’ndan veri talep ettik.
Sonuç mu? Ayrıntıları grafikte de görebileceğiniz gibi, verilerin bize söylediği özetle şu: Türkiye tam bir gri otomobil cenneti... Peki bu dünyadaki trendi herkesten önce Türkiye’nin yakaladığı anlamına mı geliyor? Belki... Ama bir noktanın altını çizmekte yarar var. Türkiye verilerinde dünyadakinden farklı olarak gümüş ve gri birbirinden ayrılmamış. Olsun, bu durum gerçeği değiştirmiyor. Türkiye’de son beş yılda trafiğe kaydı yapılmış her iki binek araçtan birinin ruhsatında gri yazdığını bilmek yeterli...
Her neyse... Bu kadar laftan sonra, DuPont’un gelecek yılki raporunda belki Türkiye’yi de görürüz, kim bilir?

4 Nisan 2011 Pazartesi

Ç'yi cebimize sokan adam

Ç’yi cebimize kim soktu? Hani ç, ş, ğ gibi harflerle mesaj attığımızda iki misli para ödüyorduk ya... Murat Eren işte bu uygulamayı sona erdiren adam. Üstelik bu durumu bütün dünyada bir standart haline getirdi. Patent almış olsaydı bugün çok zengindi.

Mehmet Kara – Nisan 2011 / CNBC-e Business

ÇOK DEĞİL, BİRKAÇ yıl önce cep telefonlarındaki kısa mesajlarda (SMS) Türkçe karakter sorunu tartışılıyordu. Diğer alfabelerde yer almayan ğ, ç ve ş gibi harfleri içeren metinler tek bir SMS paketine sığmayınca, kullanıcı aslında tek bir mesaj gönderdiğini zannetse de faturasında iki mesaj ücretiyle karşılaşıyordu. Neyse ki bugün böyle bir sorun yok. Hatta geçmişte bunu yaşayanların çoğu kısa mesajlarda harf uyumsuzluğunu unuttu bile... Peki bu sorun nasıl çözüldü? Dahası, çözümü bulan kişiyi tanıyan, bilen var mı? Yok. Daha doğrusu yoktu. Herhalde bu haberden sonra olacak... “Sahip olduğumuz kaynakların kıymetini bilmiyoruz” denir ya, tam da öyle bir hikayeyle karşı karşıyayız...
MURAT EREN... BOĞAZİÇİ Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği’ni bitirmiş. Aynı bölümde yüksek lisansını tamamlamış. Yetmemiş, aynı bölümde asistan hocalık yapmış... Askerlik dönüşü Oksijen Ar-Ge’de işe başlamış. Şirketteki onlarca mühendisten biri olan Eren, oldukça mütevazı bir tavır içinde. Oysa, kendisini sadece Vodafone Türkiye’nin tepe yöneticisi Serpil Timuray değil, Bilişim Teknolojileri ve Telekomünikasyon Kurumu Başkanı Tayfun Acarer de yere göğe sığdıramıyor. Acarer, SMS’lerle ilgili harf sorunlarına bulduğu çözümden söz ederken, “Biz ona Oksijen’den Murat diyoruz” diyor. Üstelik bulduğu çözüm ülke sınırlarını aşmış, tüm dünyanın hizmetine sunulmuş. Esas itibariyle Latin harflerini içeren ama özel karakterler de barındıran alfabeler kullanan tüm ülkelerin sorunlarına çözüm olmuş Murat Eren’in çalışması... Daha ötesi, bu çözüm, GSM dünyasında standarda dönüşmüş. Bundan faydalanan ilk iki ülke İspanya ve Portekiz... Devamı da bekleniyor.
OKSİJEN BUGÜNE KADAR iki patent almış. Üçü uluslararası olmak üzere 11 patent başvurusu da inceleme aşamasında. Şirket, 1990’lardan bu yana teknoloji alanında sayısız ödülün sahibi olmuş Tüm bunlar Oksijen Ar-Ge’ye, Vodafone’un Ar-Ge konusundaki küresel çatı şirketi Vodafone Global içinde güçlü bir yer sağlamış. 90’larda 50 mühendis barındıran şirket bugün 250 nitelikli araştırmacı istihdam ediyor.
Evet, tüm bunlar güzel de, Murat Eren’in SMS’le ilgili evrensel standarda dönüştürülmüş çözümünün patenti var mı? Maalesef hayır! Üstelik bu konuda başvuru bile yapılmamış. Eğer patent alınmış olsaydı bugün hem Murat Eren, hem de çalıştığı Oksijen Ar-Ge belki de para basıyordu. Çünkü bugün dünya yüzeyinde üretilen her cep telefonu, Murat Eren’in geliştirdiği bu evrensel SMS alfabesi teknolojisini içinde taşıyor. Şayet patent alınmış olsaydı, üretilen her bir cihaz için fikri mülkiyet bedeli alınabilirdi.
Peki neden patent için başvurulmamış? Eren’den dinleyelim: “Başvurmamayı tercih ettik. Çünkü Türkiye’deki sorunun hızlı bir şekilde çözülmesini, uygulamanın bir an önce hayata geçirilmesini istedik. Türkiye’ye de bir katkı olarak düşünüp patent almamaya karar verdik. Sadece sıkıntı çıkma ihtimalini düşündük, belki de hiç çıkmayacaktı ama süreç kesinlikle uzayacaktı...” Bu durumda Murat Eren ve arkadaşlarını kutlayıp “İnsanlığa yaptığınız katkıdan ötürü teşekkür ederiz” demek yeterli herhalde...